Prof. Dr. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü
PhD Professor, Hacettepe Unv Dept of Social Work
Savaşın ve Şiddetin Anlamı
Prof. Dr. Tarık Tuncay, Hacettepe Üniversitesi, ttuncay@hacettepe.edu.tr
Haziran, 2021
Askeri gücün koruyucu bir güç unsuru olarak ölçülü, sivil nüfusa ve yerleşimlere duyarlı kullanımını bir kenara koymak şartıyla savaş, insanoğlunun bitmek bilmeyen ana sorunu ve dünyamızın bir yerinde tüm zamanlarda mutlaka bir savaş yaşanmaya devam ediyor. Tarihçi Will Durant, savaşın yaptığı tek iyi şeyin insanlara coğrafya öğretmek olduğunu söylemiştir. “The Lessons of History” başlıklı kitabında (1994) insanlığın kayıt altına alınmış 3421 yılı içinde toplamda yalnızca 268 yıl herhangi bir savaş yaşanmadığını hesaplamış. Bu da tarihin yüzde doksanı savaşlarla geçmiş demek oluyor. Tüm insanlık tarihinde, dünyanın bir yerinde savaşın yaşanmadığı sadece 29 yıllık bir süre olduğunu da saptamış. Sadece yirminci yüzyılda gerçekleşen savaşlarda 43 milyon asker ölürken en az 62 milyon sivil hayatını kaybetti. Bu çağ, yüz milyondan çok insanın kolektif şiddet eylemleri içinde ölümüne sahne oldu ve bu kişilerin çoğunluğu savaşanlar dahi değildi. Ne büyük trajedi!
Çocukluk yıllarımda savaşla ilgili okuduğum ve hafızamda yıllarca duran ilk roman Norman Mailer’in yazdığı, meşhur beyaz kapağıyla Can Yayınları’ndan çıkan “Çıplak ve Ölü” idi. İkinci Dünya Savaşı’nda bir grup –her biri kahraman– askerin Normandiya çıkarması sonrası yaşadıklarını ele alıyordu. Bunlar kahramandı ama önce insanlardı, korkuyorlardı, heyecanlanıyorlardı, özlüyorlardı, ölürken de bir küçük çocuk gibi “anne!” diyerek inliyorlardı. Savaşın ölçüsüz şiddetine ve saçmalığına çok yakından tanık olmuştum.
İnsanlar savaşmak ve savaşı sürekli kılmak için cesaret, kahramanlık, sadakat, özveri gibi erdemleri savaşanlara sürekli yüklerler. Bunun sosyal bir inşa olduğu açıktır. Uzun yıllar savaş muhabirliği yapmış olan ve El Salvador, Irak, Batı Şeria, Gazze, Sudan, Yemen, Bosna, Kosova ve Libya gibi savaş bölgelerinde uzun süre bulunmuş olan Chris Hedges (2014), savaşın kolektif bir kültürel inşa olduğunu savunur. Ona göre, savaşma isteği, güçlü ve öldürücü bir bağımlılıktır. Savaş, mitleri yaratanlar yani tarihçiler, savaş muhabirleri, sinemacılar, romancılar ve hatta devletler tarafından pazarlanır. Bunların hepsi ona, heyecan, egzotiklik, güç, kendimizi küçük konumlarımızın üstünde bir yerde görme şansı verir. Karanlık bir güzelliğe sahip garip ve fantastik bir dünyadır. Kültüre hâkim olur, hafızayı yanıltır, dili bozar. Mizah bile ölümün ve sapıkça eylemlerin içeriğiyle doldurulur. Bu dünyadaki yerimizin anlamı ya da anlamsızlığı hakkındaki temel sorular savaşla bir yanıta kavuşur. Savaşın kalıcı cazibesi de budur: Tüm yıkıcılığı ve yarattığı insani kıyıma karşın insanlara hayatta en çok istedikleri şeyi vermektedir. Yaşamak için güçlü bir gaye, bir anlam ve bir neden...
Tam bu noktada –savaş karşıtı filmler arasında bir klasik sayılan– çok sayıda Oscar ödüllü İnce Kırmızı Hat adlı filmin (The Thin Red Line, 1998) savaşa mündemiç olan “varlık-hiçlik” paradoksunu çarpıcı biçimde yansıttığını hatırlatmalıyız.
Savaş muhabiri Hedges’ın bu dünyada çok sayıda cehennem görmüş birisi olarak savaş hakkındaki fikirleri hayli ürkütücü görünüyor ve insanlık hakkında iyimser olduğunu söylememiz çok güçtür. Onun deneyimlerinin hayal kırıklıkları ile dolu olduğu da ortadadır. Üniversitemize bir söyleşi için ziyaretinde, tanınmış savaş muhabirimiz Coşkun Aral’a savaşın insanın anlam arayışına bir yanıt verip vermediğini sormuştum. Savaş üzerinden insanı tanımlamanın ne kadar doğru olduğunu da sorgulamıştım. Psikodinamik dünya görüşü yıllarca insanın içine, psişeye odaklandı ve yaşamı cinsellik ve saldırganlık gibi temel dürtülerin yönettiğini savundu. Örneğin, klasik psikanalizin öncülerinden Dr. Carl Gustav Jung’un “insanın içinde ne var?” sorusuna yanıtı kısa ve korkutucuydu: Karanlık! Konuşmamızda Aral, psikodinamik görüşü seslendirip insanın içindeki kötülüğe ve şeytanlığa indirgemedi olup bitenleri. İnsanın beyin salgılarının algılarını, algılarının da eylemlerini şekillendirdiğini söylemekle yetindi. Bir insan düşünün, önce korkuyor, adrenalin ve kortizol hormonları salgılıyor, sonra çevresini tehdit olarak algılıyor, kendini korumak için de güç kullanmaya başlıyor. Bu gücün derecesi ve kapsamı şiddetin niteliğini belirliyor. Şu hâlde savaşma eyleminin kaynakları hem içsel hem de dışsal faktörlerden etkileniyor. Öğreniliyor ve hızla benimsenebiliyor. Burada önemli olan, savaşı ve şiddeti meşrulaştıran sosyal ve kültürel inşâları görmek ve buna karşı durmaktır. Şiddetsiz bir dünyanın mümkün olabileceğini inatla savunmaktır. Bizim toplum olarak savaş konusundaki inancımız ve çizgimiz nettir: Atatürk’ün söylediği gibi, “bir ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe yapılan savaş ancak bir cinayettir.”
Sosyal Hizmet Mesleğinin Duruşu
Sosyal hizmet mesleğinin savaş ve yol açtığı ağır insani dramlar karşısındaki duruşu bellidir: Çatışmadan uzak bir dünya için küresel mücadelede rol almak. Misyonu sosyal adalet ve insan hakları olan mesleğimizin tüm çabaları, barışın sağlanması, korunması ve geliştirilmesi yönündedir.
Müdahale, bireyin kim olursa olsun insan olmasından kaynaklanan değerine saygı ile başlar. Toplum tasarımı, sosyal ve ekonomik eşitsizlerle mücadele ve dikey güç–yetki ilişkilerini azaltmak üzerine kuruludur. Barışçıl bir sosyal dünya, herkesin insanlık ailesinin bir üyesi olarak eşit haklara ve sorumluluklara sahip olduğu bilincine kavuşmasına bağlıdır. Buna inançla sarılmasına bağlıdır. Bu noktada, toplumsal bilinç artırma girişimleri, makro müdahalelerin merkezinde yer alır. Baskının üstü örtülü formlarını görünür kılmak çok kritik bir adımdır. Örneğin ataerkil sistem erkek şiddetini, “cezasını verme”, “haddini bildirme” biçimlerinde meşrulaştırabiliyor. Sosyal hizmet eğitiminin evrensel ölçekte ayırt edici bir özelliği, herhangi bir psikososyal sorunun çözümüne sistemik ve çok ölçekli bakılmasıdır. Dolayısıyla, her müdahale, birey, aile, grup, örgüt ve toplum ölçeklerinde çeşitli çabaları gerektirir. Sosyal sorunlar mikrodan mezzoya ve makroya genişleyen ölçekte bütüncül müdahalelerle çözülebilir. Şiddeti yalnızca bireysel patoloji olarak görmek, çatışmayı yalnızca ekonomik eşitsizliğin sonucu olarak değerlendirmek her zaman bütünü olduğu gibi görmeyi engelleyecektir. Bakış kesitsel değil, bütünseldir.
Sosyal çalışmacılar arasında ikonik bir yeri olan Jane Addams, 1931 yılında kendisine Nobel Barış Ödülü verildiğinde şöyle bir konuşma yapmıştı: “Biz dünya genelinde kapsamlı bir sosyal adalet fikrinde ısrar edenler arasındayız. Adalete ancak karşılıklı anlayış ve kardeşlikle ulaşabileceğimize inanıyoruz. Savaşlar yarattıkları baskı ve fırtınalarla –tek başına– adalet getiremez!”
Sosyal hizmet uzmanlarının savaş ve çatışmalardan etkilenen kişiler, aileler ve topluma yönelik bazı kritik rol ve işlevleri de bulunuyor. Konuyla ilgili olanlar; “Terörizmin Psikososyal Etkileri ve Sosyal Hizmet Uzmanının Rolleri” (Tuncay ve Akçay, 2018) başlıklı derleme makalemizi okuyabilirler.
Kaynaklar
Durant, W. (1994). Tarihten Alınacak Dersler / The Lessons of History, (Nejat Muallimoğlu, çev.), İstanbul: Bedir Yayınları
Hedges, C. (2019). Savaş: Bizi Anlamlandıran Güç, (Zülal Kalkandelen, çev.), İstanbul: Paloma Yayınevi
Tuncay, T. ve Akçay, S. (2018). “Terörizmin Psikososyal Etkileri ve Sosyal Hizmet Uzmanının Rolleri”, Toplum ve Sosyal Hizmet, 29(2): 337–334.